23 Mart 2009 Pazartesi

SABAH ESKİMİŞLİĞİN/ FÜRUZAN

Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor.
Bilmem ne hanım geçen gün diyesiymiş ki, "Ayol onun kocası koskoca bir koca ki!"
Her kez sobaya kömür atmak gerekir, yoksa söner. Sobada eskimiş kışların külleri var, ama mangal külleri. İki yüz gram beyazpeynir, yarım ekmek, "Anneciğim kış helvası alabilir miyim?"
Çünkü yaz helvası da var, dondurulmuş tadı olan bir helva.
Kaç kişi yaz helvasını bilip de yemiş içimizde?
Zaten o çocuk tıpkı baba tarafı, anasına hiç çekmemiş, iyi de olmuş; anası dediğin ne ki, dikiş yok, nakış yok, ama ne kadar havası vardı. İlk tanışmada bu "hava"dan çokça söz edilmişti de, dik kafalı filan bulunmamıştı.
Sonraki tüm çabası da boşa gitti, ne de olsa ilk eğitilmişliğine sırtını dönememişti: "Mahalle kızı, ne demeli" diyecekleri sözü bulduklarında bir rahatladılar ki o kadar olur.
Ah... çocukluğumu da eskisi gibi sevemiyorum, buna tam sevmemek de denemez, işte öylesine bir şey. Artık günün orta yerinde de sevinivermeler kalmadı.
Bir şey var ki o çok önemli, insanlara sevgimiz arttı ve de güvenimiz; ufak tefek, akıllı akıllı bakan bir kız, sana yakışan sonuna dek dayanmaktır, diyor, onlar mı çok iyiydiler, hadi canım ordan, herkesin kendince iyiliği nitelemesi var, kimse en mükemmel değil; bunu öğrendiğimizde kendimizi tanımış olduk, beğendik de, bu ayağımızın suya ermesiydi.
Annemin dolu ıvır zıvırı vardı, çok eskiden kalma İran işi duvar halılarını özene bezene germişti odasına, bir büyükçe taşkömürü sobası yanıyor, ısınıyordu her yan.
"Benim kimseye ihtiyacım yok, kan içerim kızılcık şerbeti içtim derim, ama sen öyle misin ya, yok seni sanki sokaktan aldım, Allah için söyle bendeki kadınlık, tutum nerde; kızım mal kıymeti bilmeyen, insan kıymeti de bilmez."
Misafir odalarındaki eşyalara yabancınınmış gibi dokunulmaz, birileri gelince temiz bir naftalin kokusu sarar her yanı.
Öğretmen tırnaklara bakacak, oysa kemirilmiş, sıskacık ellerimi saklayacak yer de yok, okul önlüğüm gittikçe soluyor, soluyor; öğretmen sevgisiz, soğuk, yorgun.
İlkokulun o tanrısal öğretmenleri nasıl da korktuklarımız, saydıklarımızdı, nedense göğün bitimine doğru yok olup giderlerdi ders süresince.
Bu yaz gittiğimiz denizde Rüknettin Beylere rastladık, kaynının aracılığıyla iyi bir odun partisi vurduğunu, bunun da tam bir kâr demek olduğunu öğrendik. Karısının yabancı okullarda edindiği Fransızcasıyla güzel uzun gezilere, yabancı ülkelere gidi gidiverdiklerini anlattı.
O gün deniz dalgalıydı, ama havada bir Akdeniz bulutu dört dönüyordu.
Rüknettin Bey'in hanımı, bacaklarının diğer erkeklere en güzel görüneceği biçimi aramakla uğraştı, buldu ve rahatladı. Kumun altın inceliği avucumda şimdi: Gidelim, yahu bu karıyla bu herifle ne merhabamız var? desem, bu insanlarla bir arada yaşıyoruz, onlarla konuşmamızı bu kadar garipsemeye lüzum yok, hazırdır; bir de beğenir ki bu sözü, ikide bir söylemeden edemez. Rüknettin Bey evine gelen hanımların romantiklerini "kendisi bir yaşama sulandırılmış yapay romantizminin bağırıcısıdır, her şeyin tatlı sulusunu sever" bahçede öpermiş.
Pencerenin perdesini, aç bana göster yüzünü / Görmek için ben yüzünü dağları aştım da geldim / Mani oluyor halimi takrire hicabım / Denizler durulmaz dalgalanmadan / Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
Maltızda balık kızartılır mı? diye söyleniyor Güzide Hanım, mahalleyi kokusu tutuyor, yoo ayol ben titiz bir kadınım, Salim Bey'e pastırma yedirmiyorum, ağır vücutlu adam, terlerse yatak yorgana bile siniyor kokusu, o cânım çivitli çarşaflarıma, kalkıyor bunlar tüttürerekten balık kızartıyorlar... Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış. Haydi kız, diyor, ben sıçan dişi yapmayı Mualla Abla'dan öğrendim, o şey var ya deniz astçavuşu, iki gözüm önüme aksın gitmiştir Opera Sineması'na, bana mektuplarını elden yollatıyor artık, eh sen de herkese yayma bunu, babası duyarsa...
Aman babası duymasın Mualla Abla'nın, mezbahada çalışıyor babası; günışığında onu gören yok çocuklardan, bir ürkünç adam ki, olursa o kadar olur, diyoruz, o yoksul vapurlara binip giden, durmadan hayvanları kesi kesiveren bu adamı.
Udumun akordu bozuluyor, diye bağırıyor annem, oynama kız geliyorum yanına. Taşlığın boşluğuna terlik teki fırlıyor.
Bu kadar ayakkabıyı ne yapacaksın deme, eğri, kalıbı bozulmuş ayakkabılardan nefret ediyorum, evet kırkayağım, kırk ayağımda da düzgün ayakkabılarla okulun koridorundan geçiyorum.
Öğretmen güneş prizması, diyor. Çocuklar, Yuuuuuu, diye bağırıyorlar, kıza bak kıza, takunya ile gelmiş yuuuuuu. Yaaaaaa hava alırsınız siz, ben kırkayağım, kırk ayakkabımla, hepsi de yepyeni, gıcır gıcır, koridordan geçiyorum: Turuncu, yedi, on, otuz beş, hepsi de yeni, diyorlar, hem de güneşteki renklerden daha güzel daha gözalıcı, affedersin kardeşim, biz seni yoksul sanmıştık, oysa senin kırk kürkün, kırk bileziğin, kırk sarayın, kırk havuzun, kırk güvercinin ve bir Zümrüdüanka kuşun varmış, bize gelsene oynayalım...
Efendim, sosyal çabalarımız olmalı, bu millet tembel, bakın Almanlara nasıl da çalışkan adamlar, vızır vızır keratalar. Son gezimizde di mi canım?
Canı, bakıştığı adamdan gözünü ayırdı, güldü, ön dişine dudak boyası bulaşmıştı.
Siz rakıyı mı rahat içiyorsunuz? Viski aslında mideyi daha az yoruyormuş.
Bir arsa vardı da çok devedikenleri doluydu orası, o çocuk yaşamımın ince, duygulu özgürlüğünü ne güzel derleyip topluyordu o arsalar; bu kente ne oldu bilemiyorum, çocuklara arsaları bırakmadılar, sıkıntıdan esneyen, akık koca binalarla dolduruyorlar.
Siz hep böyle akıllı görünme çabasında mısınız? Ayrıntıların kişisi olmadığınız o denli açık ki, sizin adınıza ben sıkılıyorum. Çağımızın abartılmış tilciklerini bir kullanmanız var ki... Hem bu odada bu kadar sağlıksız görüntüler taşıyarak havasız yaşamakta direnmenin sizce anlamı nedir? Üstelik kadınların dudak boyaları ve pudraları saat on ikiden sonra dökülüp ihtiyarlamaya başlıyor. Çok fazla kuşkulu, mutsuz, alımsız bir kadın kalabalığı, oysa ayakları ne kadar bakımlı, ayakkabılarını boyatmadan eskitiyorlar. Erkekler içtikçe gevşek ve kolay oluyorlar, sonra bu pörsümüşlüğün yarı karanlığına tek tek serin şarkılar yayılıyor. Sevgiden söz etmenin yeridir. Başlayabilirsiniz veya onun yerine neyi koydunuzsa.
Karanlığın içine açan gece çiçeklerini diye bağırıyor biri. İçkili erkeklerle kadınların ihtiyarlamış evrenlerine açılacak bir çiçek.
Tırnaklarımı kemiriyorum.
Annem, kambur durma, diyor; tırnaklarını kemirme, oğlanlarla sucunun orada top oynama, kazık kadar kız oldun.
Leğene su doldurup bacaklarımı yarıya kadar sokuyorum; ıslak bir toprak kokusu geliyor, şöyle girip yıkanabileceğim kocaman banyolara dalıp gidiyorum; bir buğu sarıyor, ak sabunlarla yıkanmış, tertemiz, kışlık, yer yatağı kabartılmış, çarşafları o sabundan kokuyor. Anne, hani beni küçükken yıkadığın o ak sabunlar nerede?..
Burayı da amma aydınlatmışlar ha; siz alaturka şarkılardan nefret ediyorsunuz, oysa evlerin, insanların yaşantısına girmiş olanlarını yadsımanıza şaşıyorum. Hani bir "Kadifeden Kesesi..." vardı, sizin insan sevginize de inanasım yok...
Havalar birden soğuyacak, sokaklar kış kokmaya başladı.
Geçen gün yıkılan eski bir yapının ardında kış bulutlarının hazırlığını gördüm.
Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu... Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki... En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.
Bu saç size yakışmış, bu saç da bana yakışmış, değil mi? Ama kimlere ne yakışmamış, diyiverelim de sırıtalım; sizi söylemek bu denli kolay, sığ olmamalıydı, oysa öyle derin bunalımlara öykünüyordunuz ki... Çok acı çeken biri vardı, şehrin tüm pazartesileri ona kapalıydı ve diğer günleri de.


Günlerdir yıkanmamış bulaşıkları görmeliyim, kendimi görmeliyim, suskuyu bekliyorum, ona hazırım.
Okul şarkılarını getirin, çocukların ilk saçlarını, kedileri, yoluk köpekleri.
Susuuuuuuuuuun.
Nedir bu susan?
Susku dolu bir evrene susku dolu bir savaş.
İlkyazları odaya koyun, ölüm onlara barınamaz gider.
Ölüme inanmıyoruz ki, ondan korkalım efendim. Ama bir korktuğumuz olmalı; ihtiyarlıktan, çirkinleşmekten korkuyoruz. Aklı savunuyoruz, ama güzellikten yanayız. Bize uslu olmayı öğrettiler başta..


Saat onda bakkal geliyor, zili çaldı; açarlar...
Caddeler kalabalıklaşıyor, peki yaz geldiğinde gene eski mi olacağız böyle...

Şubat 1967

KAYNAK: http://www.ykykultur.com.tr ' den alıntıdır.

7 Şubat 2009 Cumartesi

KAR-TEZER ÖZLÜ

-Esin'e-

Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyim onları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.



İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.

Yok hiç bir şey.
Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum. Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta. Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç.

Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.

Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum. Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.

Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım. Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük evin içinde her birimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu. O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı. Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.

Ağlıyor musun? derdim.
Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi. Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku. Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı. Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum. Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.

Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim. Napıyorsun? dedim. Kendimi öldürüyorum, dedi.

Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum. Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik. Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi. Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi. Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı. Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni. Niçin çukura girdin? dedim.

Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.) O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum? Kendi ölümümden?

Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum. Bilmiyorum.Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden. Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.

Onlar önden gidiyorlar.
Ben arkadan.
Kar onların dizlerine geliyor.
Benim omzuma.
O kadın nereye götürüyor bizi?
Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem
benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.
Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?

1966

Eski Sevgi, Eski Bahçe- Yapı Kredi Yayınları

www.karakutu.com ‘dan alınmıştır.