23 Mart 2009 Pazartesi

SABAH ESKİMİŞLİĞİN/ FÜRUZAN

Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor.
Bilmem ne hanım geçen gün diyesiymiş ki, "Ayol onun kocası koskoca bir koca ki!"
Her kez sobaya kömür atmak gerekir, yoksa söner. Sobada eskimiş kışların külleri var, ama mangal külleri. İki yüz gram beyazpeynir, yarım ekmek, "Anneciğim kış helvası alabilir miyim?"
Çünkü yaz helvası da var, dondurulmuş tadı olan bir helva.
Kaç kişi yaz helvasını bilip de yemiş içimizde?
Zaten o çocuk tıpkı baba tarafı, anasına hiç çekmemiş, iyi de olmuş; anası dediğin ne ki, dikiş yok, nakış yok, ama ne kadar havası vardı. İlk tanışmada bu "hava"dan çokça söz edilmişti de, dik kafalı filan bulunmamıştı.
Sonraki tüm çabası da boşa gitti, ne de olsa ilk eğitilmişliğine sırtını dönememişti: "Mahalle kızı, ne demeli" diyecekleri sözü bulduklarında bir rahatladılar ki o kadar olur.
Ah... çocukluğumu da eskisi gibi sevemiyorum, buna tam sevmemek de denemez, işte öylesine bir şey. Artık günün orta yerinde de sevinivermeler kalmadı.
Bir şey var ki o çok önemli, insanlara sevgimiz arttı ve de güvenimiz; ufak tefek, akıllı akıllı bakan bir kız, sana yakışan sonuna dek dayanmaktır, diyor, onlar mı çok iyiydiler, hadi canım ordan, herkesin kendince iyiliği nitelemesi var, kimse en mükemmel değil; bunu öğrendiğimizde kendimizi tanımış olduk, beğendik de, bu ayağımızın suya ermesiydi.
Annemin dolu ıvır zıvırı vardı, çok eskiden kalma İran işi duvar halılarını özene bezene germişti odasına, bir büyükçe taşkömürü sobası yanıyor, ısınıyordu her yan.
"Benim kimseye ihtiyacım yok, kan içerim kızılcık şerbeti içtim derim, ama sen öyle misin ya, yok seni sanki sokaktan aldım, Allah için söyle bendeki kadınlık, tutum nerde; kızım mal kıymeti bilmeyen, insan kıymeti de bilmez."
Misafir odalarındaki eşyalara yabancınınmış gibi dokunulmaz, birileri gelince temiz bir naftalin kokusu sarar her yanı.
Öğretmen tırnaklara bakacak, oysa kemirilmiş, sıskacık ellerimi saklayacak yer de yok, okul önlüğüm gittikçe soluyor, soluyor; öğretmen sevgisiz, soğuk, yorgun.
İlkokulun o tanrısal öğretmenleri nasıl da korktuklarımız, saydıklarımızdı, nedense göğün bitimine doğru yok olup giderlerdi ders süresince.
Bu yaz gittiğimiz denizde Rüknettin Beylere rastladık, kaynının aracılığıyla iyi bir odun partisi vurduğunu, bunun da tam bir kâr demek olduğunu öğrendik. Karısının yabancı okullarda edindiği Fransızcasıyla güzel uzun gezilere, yabancı ülkelere gidi gidiverdiklerini anlattı.
O gün deniz dalgalıydı, ama havada bir Akdeniz bulutu dört dönüyordu.
Rüknettin Bey'in hanımı, bacaklarının diğer erkeklere en güzel görüneceği biçimi aramakla uğraştı, buldu ve rahatladı. Kumun altın inceliği avucumda şimdi: Gidelim, yahu bu karıyla bu herifle ne merhabamız var? desem, bu insanlarla bir arada yaşıyoruz, onlarla konuşmamızı bu kadar garipsemeye lüzum yok, hazırdır; bir de beğenir ki bu sözü, ikide bir söylemeden edemez. Rüknettin Bey evine gelen hanımların romantiklerini "kendisi bir yaşama sulandırılmış yapay romantizminin bağırıcısıdır, her şeyin tatlı sulusunu sever" bahçede öpermiş.
Pencerenin perdesini, aç bana göster yüzünü / Görmek için ben yüzünü dağları aştım da geldim / Mani oluyor halimi takrire hicabım / Denizler durulmaz dalgalanmadan / Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
Maltızda balık kızartılır mı? diye söyleniyor Güzide Hanım, mahalleyi kokusu tutuyor, yoo ayol ben titiz bir kadınım, Salim Bey'e pastırma yedirmiyorum, ağır vücutlu adam, terlerse yatak yorgana bile siniyor kokusu, o cânım çivitli çarşaflarıma, kalkıyor bunlar tüttürerekten balık kızartıyorlar... Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış. Haydi kız, diyor, ben sıçan dişi yapmayı Mualla Abla'dan öğrendim, o şey var ya deniz astçavuşu, iki gözüm önüme aksın gitmiştir Opera Sineması'na, bana mektuplarını elden yollatıyor artık, eh sen de herkese yayma bunu, babası duyarsa...
Aman babası duymasın Mualla Abla'nın, mezbahada çalışıyor babası; günışığında onu gören yok çocuklardan, bir ürkünç adam ki, olursa o kadar olur, diyoruz, o yoksul vapurlara binip giden, durmadan hayvanları kesi kesiveren bu adamı.
Udumun akordu bozuluyor, diye bağırıyor annem, oynama kız geliyorum yanına. Taşlığın boşluğuna terlik teki fırlıyor.
Bu kadar ayakkabıyı ne yapacaksın deme, eğri, kalıbı bozulmuş ayakkabılardan nefret ediyorum, evet kırkayağım, kırk ayağımda da düzgün ayakkabılarla okulun koridorundan geçiyorum.
Öğretmen güneş prizması, diyor. Çocuklar, Yuuuuuu, diye bağırıyorlar, kıza bak kıza, takunya ile gelmiş yuuuuuu. Yaaaaaa hava alırsınız siz, ben kırkayağım, kırk ayakkabımla, hepsi de yepyeni, gıcır gıcır, koridordan geçiyorum: Turuncu, yedi, on, otuz beş, hepsi de yeni, diyorlar, hem de güneşteki renklerden daha güzel daha gözalıcı, affedersin kardeşim, biz seni yoksul sanmıştık, oysa senin kırk kürkün, kırk bileziğin, kırk sarayın, kırk havuzun, kırk güvercinin ve bir Zümrüdüanka kuşun varmış, bize gelsene oynayalım...
Efendim, sosyal çabalarımız olmalı, bu millet tembel, bakın Almanlara nasıl da çalışkan adamlar, vızır vızır keratalar. Son gezimizde di mi canım?
Canı, bakıştığı adamdan gözünü ayırdı, güldü, ön dişine dudak boyası bulaşmıştı.
Siz rakıyı mı rahat içiyorsunuz? Viski aslında mideyi daha az yoruyormuş.
Bir arsa vardı da çok devedikenleri doluydu orası, o çocuk yaşamımın ince, duygulu özgürlüğünü ne güzel derleyip topluyordu o arsalar; bu kente ne oldu bilemiyorum, çocuklara arsaları bırakmadılar, sıkıntıdan esneyen, akık koca binalarla dolduruyorlar.
Siz hep böyle akıllı görünme çabasında mısınız? Ayrıntıların kişisi olmadığınız o denli açık ki, sizin adınıza ben sıkılıyorum. Çağımızın abartılmış tilciklerini bir kullanmanız var ki... Hem bu odada bu kadar sağlıksız görüntüler taşıyarak havasız yaşamakta direnmenin sizce anlamı nedir? Üstelik kadınların dudak boyaları ve pudraları saat on ikiden sonra dökülüp ihtiyarlamaya başlıyor. Çok fazla kuşkulu, mutsuz, alımsız bir kadın kalabalığı, oysa ayakları ne kadar bakımlı, ayakkabılarını boyatmadan eskitiyorlar. Erkekler içtikçe gevşek ve kolay oluyorlar, sonra bu pörsümüşlüğün yarı karanlığına tek tek serin şarkılar yayılıyor. Sevgiden söz etmenin yeridir. Başlayabilirsiniz veya onun yerine neyi koydunuzsa.
Karanlığın içine açan gece çiçeklerini diye bağırıyor biri. İçkili erkeklerle kadınların ihtiyarlamış evrenlerine açılacak bir çiçek.
Tırnaklarımı kemiriyorum.
Annem, kambur durma, diyor; tırnaklarını kemirme, oğlanlarla sucunun orada top oynama, kazık kadar kız oldun.
Leğene su doldurup bacaklarımı yarıya kadar sokuyorum; ıslak bir toprak kokusu geliyor, şöyle girip yıkanabileceğim kocaman banyolara dalıp gidiyorum; bir buğu sarıyor, ak sabunlarla yıkanmış, tertemiz, kışlık, yer yatağı kabartılmış, çarşafları o sabundan kokuyor. Anne, hani beni küçükken yıkadığın o ak sabunlar nerede?..
Burayı da amma aydınlatmışlar ha; siz alaturka şarkılardan nefret ediyorsunuz, oysa evlerin, insanların yaşantısına girmiş olanlarını yadsımanıza şaşıyorum. Hani bir "Kadifeden Kesesi..." vardı, sizin insan sevginize de inanasım yok...
Havalar birden soğuyacak, sokaklar kış kokmaya başladı.
Geçen gün yıkılan eski bir yapının ardında kış bulutlarının hazırlığını gördüm.
Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu... Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki... En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.
Bu saç size yakışmış, bu saç da bana yakışmış, değil mi? Ama kimlere ne yakışmamış, diyiverelim de sırıtalım; sizi söylemek bu denli kolay, sığ olmamalıydı, oysa öyle derin bunalımlara öykünüyordunuz ki... Çok acı çeken biri vardı, şehrin tüm pazartesileri ona kapalıydı ve diğer günleri de.


Günlerdir yıkanmamış bulaşıkları görmeliyim, kendimi görmeliyim, suskuyu bekliyorum, ona hazırım.
Okul şarkılarını getirin, çocukların ilk saçlarını, kedileri, yoluk köpekleri.
Susuuuuuuuuuun.
Nedir bu susan?
Susku dolu bir evrene susku dolu bir savaş.
İlkyazları odaya koyun, ölüm onlara barınamaz gider.
Ölüme inanmıyoruz ki, ondan korkalım efendim. Ama bir korktuğumuz olmalı; ihtiyarlıktan, çirkinleşmekten korkuyoruz. Aklı savunuyoruz, ama güzellikten yanayız. Bize uslu olmayı öğrettiler başta..


Saat onda bakkal geliyor, zili çaldı; açarlar...
Caddeler kalabalıklaşıyor, peki yaz geldiğinde gene eski mi olacağız böyle...

Şubat 1967

KAYNAK: http://www.ykykultur.com.tr ' den alıntıdır.

7 Şubat 2009 Cumartesi

KAR-TEZER ÖZLÜ

-Esin'e-

Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyim onları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.



İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.

Yok hiç bir şey.
Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum. Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta. Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç.

Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.

Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum. Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.

Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım. Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük evin içinde her birimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu. O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı. Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.

Ağlıyor musun? derdim.
Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi. Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku. Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı. Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum. Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.

Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim. Napıyorsun? dedim. Kendimi öldürüyorum, dedi.

Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum. Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik. Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi. Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi. Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı. Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni. Niçin çukura girdin? dedim.

Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.) O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum? Kendi ölümümden?

Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum. Bilmiyorum.Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden. Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.

Onlar önden gidiyorlar.
Ben arkadan.
Kar onların dizlerine geliyor.
Benim omzuma.
O kadın nereye götürüyor bizi?
Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem
benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.
Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?

1966

Eski Sevgi, Eski Bahçe- Yapı Kredi Yayınları

www.karakutu.com ‘dan alınmıştır.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

TUTUNAMAYANLAR/OĞUZ ATAY

"Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? Neden, apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken Ayla’yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti vermedin ona? Oysa, bu çeşit küçük cesaretleri en değersiz kullarından bile esirgememişsindir. İsa’yı neden bu kadar geç tanıttın ona? Neden, günahlarının yükünü taşıyacak gücü ona da vermedin? Selim de, kendi çapında, birkaç kişiyi kandırabilirdi senin yolunda.Meyveleri gösterdin de ağaca çıkarma becerikliliğini esirgedin. Neden küçük yaştan Latince, Eski Yunanca, Fransızca, İngilizce filan öğretmedin ona? (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin). Dua etmesini bile öğretmedin ona. Evde yalnız kaldığı geceler karanlıkta yorganı başına çekti ve kan ter içinde, mısra 193 ile mısra 214 arasında söylediği gülünç yakarmayı uydurabildi o zor şartlar altında. Daha iyi birşeyler söyletemez miydin? Neden, onu canı kadar seven annesinin bile Selim’i; 'Benim korkak oğlum' diye okşamasına göz yumdun? 'Benim akıllı oğlum, güzel oğlum' dediği zaman da neden şımarmasını önlemedin? Bir duvardan bir duvara çarpıp durdun onu. Bir uçtan bir uca itip durdun onu. Öğretmeni: 'yalan söyleme, bu resmi sen yapmadın,' dediği zaman neredeydin? Neden bir karşılık bulmasına yardım etmedin? Oysa, o resmi Selim yapmıştı. On bir yaşında, 'benim kızla konuşuyorsun,' diye Erdal’dan ilk tokadı yediği zaman, aslında kızla konuşmamıştı. Neden, babasının verdiği on liranın üstünü bir kerede yolda düşürmesini sağlamadın da, önce iki buçuk lirayı düşürdü ve koşa koşa dönüp bu parayı ararken kalan dört lirayı da kaybetti? Soruyorum: Neden? Sonra, neden karakola gönderdin Selim’i parayı bulan oldu mu diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim’i ağlattın? Polisler daha mı iyiydi Selim’den? Biliyorum, İsa daha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara giremezdi, diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girmeliydi bence. Herşeyi yaşamalıydı. İlkokula göndermeliydin İsa’yı da Selim gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyordu. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancılar, diyeceksin. Ben daha neler duydum, diyeceksin. Demek bunu söylemekle bitiyor herşey. Sen onlara inan (ne kaybettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla). Küçük ayrıntılara daha girme bakalım. İsa’nın ikinci gelişiyle durumu kurtaracağını sanıyorsun. Selim de ikinci kere gelirse görürsün. Yalnız, bu sefer lütfen aynı zamanda gelsinler artık. Araya gene binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda, ilk gelişlerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma." (Sayfa 202-204)

…………………………………….

çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaktır। her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır। yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır. kimse, onların varlığıyla tedirgin olmayacaktır. bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile,yedinci sayfada bir kenarda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. ölüm bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezarlarını otlar bürüyecektir. mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır. cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. hayattan çıkarı olmayanların hayatı , çıkmaza sürüklenecektir. kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. duygu alıverişinden nasipleri olmayacaktır. duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır. çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecektir. güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacaktır. hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul edilmeyecektir. böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir. aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir, çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde, bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu saldırılara bir karşılık bulamayacaklardır. kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu, hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. işte o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmayacaktır. kendilerini öldüremeyeceklerdir. onlara anlatılacaktır ki, böyle bir davranış bütün yaşamlarıyla çelişki içindedir, gerçekle ilgisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olurlar. bu hiçbir şeyi değiştirmez. onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edeceklerdir. hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olmalarına imkan var mıdır? hayattan çıkarı olmamak, hem tanrının hem de insanların gözlerinde affedilmez bir suçtur; gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır. bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göstermek için yırtınacaklardır, yırtınmalıdırlar. "Ben çıkarıma bakarım" diyeceksiniz, bunun için "babamı bile tanımam"diyeceksiniz. kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıkarı olmayanları hiç!..............
Oğuz Atay/TUTUNAMAYANLAR-İletişim Yayınları

8 Şubat 2008 Cuma

BİR YARA İÇİN MİYDİ BÜYÜDÜĞÜMÜZ ?


"Akşamları ölüyom ben burada abi her yerim uyuşuyor abi bak her yerimizi kesiyoruz isyan yapıyoruz abi bize de yazık kurtarın bu hayattan bizi abi başka bir şey istemiyoruz sizden hayat istiyoruz iş istiyoruz abi yaşamak istiyoruz Emin abi okumak istiyoruz öğrenmek istiyoruz abi…



Akşama kadar tiner çekiyoruz abi tiner bu çekiyoruz bunu,su değil bu insan tenine zarar;bak tiner işte bu çatır çatır eritiyor abi bu asit ya bu tüpten daha tehlikeli.bak işte nasıl eritiyor abi bak iki dakikada yok etti bizi yok ediyor bu. biz iki dakikada yok oluyoruz yok oluyoruz gençler yok oluyor yok oluyooooorrrr….


Olmasın Emin aaabiii olmasın gençler yok olmasın aaabiii yok olmayalım yok olmayalım abii yok olmayalım bizi hayata topluma kazandırın abi biz insanlık yapmak istiyoruz. biz insan olmak istiyoruz.insanlar bizimle konuşmuyor,bizden korkuyorlar insanlar bizi dışlıyorlar insanlar tinerci diyorlar balici diyorlar bize uzak duruyorlar bizimle kimse konuşmayınca biz kötü yollara düşüyoruz aabiii kurtarın bizi bu hayattan abiii kurtarın bizi..."


“Anne sütünü bıraktık bunu da bırakırız.”

19 Ocak 2008 Cumartesi

DÖVÜŞ KULÜBÜ'NDEN (FİGHT CLUB) ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR

DÖVÜŞ KULÜBÜ/ CHUK PALAHNİUK

DÖVÜŞ KULÜBÜ en çok beğendiğim filmdir.Film bir kaosu ve modern insanın açmazını ironik bir dille anlatıyor.Filmi izledikten sonra ‘modern dünya’da yaşayan ve kıvranan bir insan parçacığı olarak şöyle diyorsunuz; “işte söylemek istediğim ve yaşadığımız şey tam olarak bu…”
Filmin kitabı türkçeye de çevrilmiş.İşte kitaptan bazı can alıcı alıntılar…
“BANA BÜTÜN GÜCÜNLE VUR!!!”


Mobilya satın alırsınız।Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe।

Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız.

Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.

***
İŞTE KAOS

TYLER (PRAD PİTT) Bu sahnede aşağıdaki konuşmayı yapıyor;

Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı, ama bizim de bir savaşımız var।


Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz.

Büyük bir buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz.

***

Bize dünyanın bokundan ve pisliğinden başka bir şey bırakmadılar.



Kuşlarla geyikler gereksiz lükslerdir ve bütün balıklar su yüzüne vurmalıdır।

Louvre müzesi'ni yakmak istiyordum.
Elgin mermerleri'ni balyozla parçalamak, Mona Lisa'yla kıçımı silmek istiyordum. Bu dünya benim dünyam artık.
Bu dünya benim dünyam, benim dünyam. o eski insanlar öldüler.

"Dünyadan tarihi söküp atmak istiyorduk."
"Geri dönüştürme, sürat limitleri, hepsi palavra,” dedi Tyler. “Ölüm döşeğinde sigarayı bırakmaya benziyor bunlar.”
Dünyayı kurtaracak bir şey varsa, o da kargaşa projesi olacaktı. Kültürel bir buzul çağı. Vaktinden önce boşaltılmış bir karanlık çağı. Vaktinden önce başlatılmış bir karanlık çağ. Kargaşa projesi sayesinde insanlık, dünyanın kendini toparlamasına yetecek bir süre boyunca eylemsizliğe mahkum olacaktı.
-Anarşiyi haklı çıkarıyorsun. ona anlam kazandırıyorsun.
Dövüş kulübünün memurlar ve kuryeler için yaptığını kargaşa projesi medeniyet için yapacaktı. dünyayı daha iyi bir yere çevirebilmek için medeniyeti altüst edecekti.
* * *
Ağzınızda bir silah varken ve silahın namlusu dişlerinizin arasındayken ancak sesli harflerle konuşabilirsiniz.

***


Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur.
Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım.
Hiçbir zaman kusursuz olmayayım.
Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan kurtar.

***

Çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.

***

Belki de kendimizi daha iyi bir şeye dönüştürmek için her şeyi kırıp dökmemiz gerekiyor.

***

Dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmemişti, ama hiçbir şeyin önemi yoktu.

***

Bu senin hayatın ve anbean sona eriyor.

***

Her akşam ölüyor ve her sabah doğuyordum.

***

Tyler bana bir garsonluk işi buluyor, sonra ağzıma bir silah sokmuş ve diyor ki,
sonsuza kadar yaşamak istiyorsan, ilk adım olarak ölmek zorundasın.

***

Bu yükseklikte etraf o kadar sessiz ki, insan kendini o uzay maymunlarından biri sanıyor.
Sana öğrettikleri küçük görevi yerine getiriyorsun.
Bir kolu çek.
Bir düğmeye bas.
Neyi neden yaptığını bilmiyor, sonra da ölüp gidiyorsun.

***
İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir.

***

O sarmalayıcı karanlıkta, başka birinin kolları arasına hapsolmuşken, hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır.

***
Sevdiğiniz herkesin size sırt çevireceğini ya da öleceğini fark ettiğiniz zaman ağlamak kolaydır.
.........
Chuck Palahniuk/ Ayrıntı Yayınları

15 Ocak 2008 Salı

GABRIEL GARCIA MARQUEZ / O GÜNLERİN BİRİNDE

Pazartesi ılık ve yağışsız başladı .Diplomasız diş hekimi Aurelio Escovar,her zamanki gibi ortalık ağarmadan kalktı ve saat altıda muayenehanesini açtı . Alçı kalıpları içinde duran takma dişleri camlı dolaptan çıkardı.Bir yığın araç gereci,sergi kurar gibi masanın üzerine Özenle yerleştirdi.Boynu altın kaplama bir düğmeyle iliklenmiş yakasız çizgili bir gömlekle askılı bir pantolon giymişti.Dik ve sıska bedeni ile sağırları andıran bakışları,işine hiç uymayan bir görünüş veriyordu ona. Masanın üzerindeki araç gereci hazırladıktan sonra burguyu döner koltuğuna doğru çevirdi ve takma dişleri parlatmak üzere oturdu.Elindeki işle pek ilgilenmiyorsa da başını kaldırmadan çalışıyor,kullanma gereği olmasa bile ayağını burgu pedalından çekmiyordu. Saat sekiz olmuştu , pencereden gökyüzüne bakmak için işine ara verdi.Komşu evin damında güneşlenen iki miskin akbaba gördü.Öğleden önce yine yağmur yağacağı düşüncesiyle yeniden çalışmaya koyuldu.On bir yaşındaki oğlunun cırlak sesi,yoğunlaşan Düşüncelerini bir anda dağıtıverdi . “Baba!“ “Ne var ?” “Belediye başkanı geldi,dişini çekip çekemeyeceğini öğrenmek istiyor.” “Burada olmadığımı söyle.” O sırada altın dişlerden birini parlatmaktaydı.Kolunu uzatabildiğince uzattı ve parmakları arasındaki dişi,gözlerini kısarak incelemeye başladı.Küçücük bekleme odasından oğlunun o cırlak sesi duyuldu yine: “Burada olduğunu biliyor,sesini duyuyormuş.” Diş hekimi,elindeki dişi bir süre daha inceledi.Ancak işini bitirip onu masanın üzerine,parlatılmış dişlerin yanına koyduktan sonra konuştu : “Daha iyi ya.” Burguyu yeniden çalıştırdı.Parlatılmamış dişleri koyduğu küçük karton kutudan bir köprü aldı ve altını parlatmaya başladı. “Baba.” “Ne var?” Yüzündeki anlatım hiç değişmemişti. “Dişini çekmeyecek olursan seni vuracakmış,öyle diyor.” Hiç oralı olmadı,şaşılası bir soğuk kanlılıkla ayağını pedaldan çekerek burguyu koltuğun ötesine itti ve masanın en alt çekmecesini sonuna dek açtı.Tabanca yerindeydi. “Pekala,” dedi,söyle ona,sıkıysa gelsin vursun . Koltuğunda dönerek yüzünü kapıya çevirdi ve bir elini çekmecenin kenarına koydu. O anda belediye başkanı kapıda göründü.Sol yanağı güzelce tıraş edilmişti,ama ağrıdan şişmiş olan ve hala sızlayan sağ yanağında beş günlük bir sakal vardı.Diş hekimi,acıyla kıvranarak geçirilmiş gecelerin izlerini gördü adamın canlılığı yitmiş gözlerinde.Çekmeceyi parmak uçlarıyla iterek kapattı ve yumuşak bir sesle: “Oturun,”dedi. “Günaydın,”dedi belediye başkanı. “Günaydın,”dedi diş hekimi. Belediye başkanı,gereçler kaynarken koltuğun arkalığına dayadı başını,biraz olsun rahatlamıştı,ama soluğu buz gibiydi.Muayenehane oldukça yoksul görünüşlüydü.Eski bir tahta sandalye,pedallı bir burgu makinesi,seramik kapların sıralandığı camlı bir dolap… Sandalyenin tam karşısında kısa perdeli bir pencere vardı.Diş hekiminin kendisine yaklaştığını sezen başkan,topuklarını birbirine yapıştırarak ağzını açtı. Aurelio Escovar,başkanın yüzünü ışığa doğru çevirdi.Çürük dişi inceledikten sonra,başkanın çenesini parmak uçlarıyla bastırarak kapattı. “Dişinizi uyuşturmadan çekmek zorundayım,” dedi. “Niçin?” “Çünkü apse yapmış.” Belediye başkanı,dişçinin gözlerine dikti bakışlarını. “Öyle olsun,” diyerek gülümsemeye çalıştı.Diş hekimi karşılık vermedi bu gülümseme çabasına.İçinde kaynatılmış gereçlerin bulunduğu kabı acele etmeksizin masanın üzerine koydu.Soğuk bir pensle gereçleri birere birer sudan çıkardı.Tükürük kabını ayağının ucuyla yakına çektikten sonra ellerini yıkamak için lavaboya doğru yürüdü.Başkana hiç bakmıyordu,oysa başkan gözlerini ondan ayırmıyordu. Çekilecek olan diş,altçenedeki yirmi yaş dişlerinden biriydi.Diş hekimi duruşunu berkitmek için bacaklarını iyice araladıktan sonra sıcak kerpetenle çürük dişi yakaladı.Belediye başkanı,koltuğun kollarlına sımsıkı yapışarak bütün gücüyle bacaklarını kastı;o anda buz gibi bir boşluğun ta böbreklerine indiğini duyumsadı ama gık demedi.Diş hekimi yalnızca bileğini oynattı.Kinini belli etmeden buruk bir incelikle konuştu: “Böylece başkanım,ölen yirmi adamımızın hesabını ödeyeceksiniz bize.” Belediye başkanı çene kemiklerinin çatırdadığını duydu,gözleri yaşlarla dolmuştu ama dişi çekilinceye kadar soluk bile almadı.Sonra gözyaşlarının arasından gördü çekilen dişini.Şimdi ona öylesine yabancılaşmıştı ki bu diş,beş gecedir katlandığı acılara bir anlam veremedi. Kan ter içinde tükürük kabına eğildi;soluk soluğa kalmıştı,fişeklikli ceketinin düğmelerini çözdü ve pantolonunun cebinden mendilini çıkarmaya çalıştı.Diş hekimi temiz bir bez uzattı ona. “Göz yaşlarınızı silin.” Belediye başkanı söyleneni yaptı.Titriyordu.Diş hekimi ellerini yıkarken,o,sıvaları dökülmüş tavandaki ağa,örümcek yumurtaları ve böcek ölüleriyle dolu tozlu örümcek ağına dikti bakışlarını.Diş hekimi ellerini kurulayarak geri döndü. “Şimdi gidip yatın,”dedi,“tuzlu suyla ağzınızı çalkalayın”.Başkan ayağa kalktı,alışılagelmiş bir asker selamı verdi ve fişeklikli ceketini iliklemeden,ayaklarını ovuştura ovuştura kapıya doğru yürüdü. “Hesabı gönderirsin.” “Size mi,yoksa belediyeye mi ?” Belediye başkanı dönüp bakmadı bile.Kapıyı çekti ve sinek telinin arkasından seslendi: “İkisi de aynı kapıya çıkar!"

“BALTHAZAR’IN OLAĞANDIŞI ÖYKÜSÜ” ADLI KİTABINDAN ÇEVİREN:NURAN AKGÖREN DENİZ KİTAPLAR YAYINEVİ-1983