5 Mayıs 2008 Pazartesi

TUTUNAMAYANLAR/OĞUZ ATAY

"Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? Neden, apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken Ayla’yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti vermedin ona? Oysa, bu çeşit küçük cesaretleri en değersiz kullarından bile esirgememişsindir. İsa’yı neden bu kadar geç tanıttın ona? Neden, günahlarının yükünü taşıyacak gücü ona da vermedin? Selim de, kendi çapında, birkaç kişiyi kandırabilirdi senin yolunda.Meyveleri gösterdin de ağaca çıkarma becerikliliğini esirgedin. Neden küçük yaştan Latince, Eski Yunanca, Fransızca, İngilizce filan öğretmedin ona? (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin). Dua etmesini bile öğretmedin ona. Evde yalnız kaldığı geceler karanlıkta yorganı başına çekti ve kan ter içinde, mısra 193 ile mısra 214 arasında söylediği gülünç yakarmayı uydurabildi o zor şartlar altında. Daha iyi birşeyler söyletemez miydin? Neden, onu canı kadar seven annesinin bile Selim’i; 'Benim korkak oğlum' diye okşamasına göz yumdun? 'Benim akıllı oğlum, güzel oğlum' dediği zaman da neden şımarmasını önlemedin? Bir duvardan bir duvara çarpıp durdun onu. Bir uçtan bir uca itip durdun onu. Öğretmeni: 'yalan söyleme, bu resmi sen yapmadın,' dediği zaman neredeydin? Neden bir karşılık bulmasına yardım etmedin? Oysa, o resmi Selim yapmıştı. On bir yaşında, 'benim kızla konuşuyorsun,' diye Erdal’dan ilk tokadı yediği zaman, aslında kızla konuşmamıştı. Neden, babasının verdiği on liranın üstünü bir kerede yolda düşürmesini sağlamadın da, önce iki buçuk lirayı düşürdü ve koşa koşa dönüp bu parayı ararken kalan dört lirayı da kaybetti? Soruyorum: Neden? Sonra, neden karakola gönderdin Selim’i parayı bulan oldu mu diye sormaya? Neden polisleri güldürdün ve Selim’i ağlattın? Polisler daha mı iyiydi Selim’den? Biliyorum, İsa daha büyük acılar çekti diyeceksin. Bu kadar ayrıntılara giremezdi, diyeceksin. Asıl, ayrıntılara girmeliydi bence. Herşeyi yaşamalıydı. İlkokula göndermeliydin İsa’yı da Selim gibi. Sonra, Selim senin oğlun değil ki. Olsaydı da bilmiyordu. Biliyorum, bunlardan daha acıklı sözler yazdı romancılar, diyeceksin. Ben daha neler duydum, diyeceksin. Demek bunu söylemekle bitiyor herşey. Sen onlara inan (ne kaybettiğini bilmiyorsun onlara inanmakla). Küçük ayrıntılara daha girme bakalım. İsa’nın ikinci gelişiyle durumu kurtaracağını sanıyorsun. Selim de ikinci kere gelirse görürsün. Yalnız, bu sefer lütfen aynı zamanda gelsinler artık. Araya gene binlerce yıllık bir uçurum koyma. Sonunda, ilk gelişlerinde yaptığın gibi ikisini de yalnız bırakma." (Sayfa 202-204)

…………………………………….

çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaktır। her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır। yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır. kimse, onların varlığıyla tedirgin olmayacaktır. bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile,yedinci sayfada bir kenarda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. ölüm bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezarlarını otlar bürüyecektir. mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır. cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. hayattan çıkarı olmayanların hayatı , çıkmaza sürüklenecektir. kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. duygu alıverişinden nasipleri olmayacaktır. duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır. çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecektir. güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacaktır. hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul edilmeyecektir. böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir. aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir, çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde, bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu saldırılara bir karşılık bulamayacaklardır. kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu, hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. işte o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmayacaktır. kendilerini öldüremeyeceklerdir. onlara anlatılacaktır ki, böyle bir davranış bütün yaşamlarıyla çelişki içindedir, gerçekle ilgisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olurlar. bu hiçbir şeyi değiştirmez. onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edeceklerdir. hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olmalarına imkan var mıdır? hayattan çıkarı olmamak, hem tanrının hem de insanların gözlerinde affedilmez bir suçtur; gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır. bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göstermek için yırtınacaklardır, yırtınmalıdırlar. "Ben çıkarıma bakarım" diyeceksiniz, bunun için "babamı bile tanımam"diyeceksiniz. kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıkarı olmayanları hiç!..............
Oğuz Atay/TUTUNAMAYANLAR-İletişim Yayınları

8 Şubat 2008 Cuma

BİR YARA İÇİN MİYDİ BÜYÜDÜĞÜMÜZ ?


"Akşamları ölüyom ben burada abi her yerim uyuşuyor abi bak her yerimizi kesiyoruz isyan yapıyoruz abi bize de yazık kurtarın bu hayattan bizi abi başka bir şey istemiyoruz sizden hayat istiyoruz iş istiyoruz abi yaşamak istiyoruz Emin abi okumak istiyoruz öğrenmek istiyoruz abi…



Akşama kadar tiner çekiyoruz abi tiner bu çekiyoruz bunu,su değil bu insan tenine zarar;bak tiner işte bu çatır çatır eritiyor abi bu asit ya bu tüpten daha tehlikeli.bak işte nasıl eritiyor abi bak iki dakikada yok etti bizi yok ediyor bu. biz iki dakikada yok oluyoruz yok oluyoruz gençler yok oluyor yok oluyooooorrrr….


Olmasın Emin aaabiii olmasın gençler yok olmasın aaabiii yok olmayalım yok olmayalım abii yok olmayalım bizi hayata topluma kazandırın abi biz insanlık yapmak istiyoruz. biz insan olmak istiyoruz.insanlar bizimle konuşmuyor,bizden korkuyorlar insanlar bizi dışlıyorlar insanlar tinerci diyorlar balici diyorlar bize uzak duruyorlar bizimle kimse konuşmayınca biz kötü yollara düşüyoruz aabiii kurtarın bizi bu hayattan abiii kurtarın bizi..."


“Anne sütünü bıraktık bunu da bırakırız.”

19 Ocak 2008 Cumartesi

DÖVÜŞ KULÜBÜ'NDEN (FİGHT CLUB) ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR

DÖVÜŞ KULÜBÜ/ CHUK PALAHNİUK

DÖVÜŞ KULÜBÜ en çok beğendiğim filmdir.Film bir kaosu ve modern insanın açmazını ironik bir dille anlatıyor.Filmi izledikten sonra ‘modern dünya’da yaşayan ve kıvranan bir insan parçacığı olarak şöyle diyorsunuz; “işte söylemek istediğim ve yaşadığımız şey tam olarak bu…”
Filmin kitabı türkçeye de çevrilmiş.İşte kitaptan bazı can alıcı alıntılar…
“BANA BÜTÜN GÜCÜNLE VUR!!!”


Mobilya satın alırsınız।Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe।

Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız.

Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.

***
İŞTE KAOS

TYLER (PRAD PİTT) Bu sahnede aşağıdaki konuşmayı yapıyor;

Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı, ama bizim de bir savaşımız var।


Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz.

Büyük bir buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz.

***

Bize dünyanın bokundan ve pisliğinden başka bir şey bırakmadılar.



Kuşlarla geyikler gereksiz lükslerdir ve bütün balıklar su yüzüne vurmalıdır।

Louvre müzesi'ni yakmak istiyordum.
Elgin mermerleri'ni balyozla parçalamak, Mona Lisa'yla kıçımı silmek istiyordum. Bu dünya benim dünyam artık.
Bu dünya benim dünyam, benim dünyam. o eski insanlar öldüler.

"Dünyadan tarihi söküp atmak istiyorduk."
"Geri dönüştürme, sürat limitleri, hepsi palavra,” dedi Tyler. “Ölüm döşeğinde sigarayı bırakmaya benziyor bunlar.”
Dünyayı kurtaracak bir şey varsa, o da kargaşa projesi olacaktı. Kültürel bir buzul çağı. Vaktinden önce boşaltılmış bir karanlık çağı. Vaktinden önce başlatılmış bir karanlık çağ. Kargaşa projesi sayesinde insanlık, dünyanın kendini toparlamasına yetecek bir süre boyunca eylemsizliğe mahkum olacaktı.
-Anarşiyi haklı çıkarıyorsun. ona anlam kazandırıyorsun.
Dövüş kulübünün memurlar ve kuryeler için yaptığını kargaşa projesi medeniyet için yapacaktı. dünyayı daha iyi bir yere çevirebilmek için medeniyeti altüst edecekti.
* * *
Ağzınızda bir silah varken ve silahın namlusu dişlerinizin arasındayken ancak sesli harflerle konuşabilirsiniz.

***


Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur.
Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım.
Hiçbir zaman kusursuz olmayayım.
Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan kurtar.

***

Çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.

***

Belki de kendimizi daha iyi bir şeye dönüştürmek için her şeyi kırıp dökmemiz gerekiyor.

***

Dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmemişti, ama hiçbir şeyin önemi yoktu.

***

Bu senin hayatın ve anbean sona eriyor.

***

Her akşam ölüyor ve her sabah doğuyordum.

***

Tyler bana bir garsonluk işi buluyor, sonra ağzıma bir silah sokmuş ve diyor ki,
sonsuza kadar yaşamak istiyorsan, ilk adım olarak ölmek zorundasın.

***

Bu yükseklikte etraf o kadar sessiz ki, insan kendini o uzay maymunlarından biri sanıyor.
Sana öğrettikleri küçük görevi yerine getiriyorsun.
Bir kolu çek.
Bir düğmeye bas.
Neyi neden yaptığını bilmiyor, sonra da ölüp gidiyorsun.

***
İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir.

***

O sarmalayıcı karanlıkta, başka birinin kolları arasına hapsolmuşken, hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır.

***
Sevdiğiniz herkesin size sırt çevireceğini ya da öleceğini fark ettiğiniz zaman ağlamak kolaydır.
.........
Chuck Palahniuk/ Ayrıntı Yayınları

15 Ocak 2008 Salı

GABRIEL GARCIA MARQUEZ / O GÜNLERİN BİRİNDE

Pazartesi ılık ve yağışsız başladı .Diplomasız diş hekimi Aurelio Escovar,her zamanki gibi ortalık ağarmadan kalktı ve saat altıda muayenehanesini açtı . Alçı kalıpları içinde duran takma dişleri camlı dolaptan çıkardı.Bir yığın araç gereci,sergi kurar gibi masanın üzerine Özenle yerleştirdi.Boynu altın kaplama bir düğmeyle iliklenmiş yakasız çizgili bir gömlekle askılı bir pantolon giymişti.Dik ve sıska bedeni ile sağırları andıran bakışları,işine hiç uymayan bir görünüş veriyordu ona. Masanın üzerindeki araç gereci hazırladıktan sonra burguyu döner koltuğuna doğru çevirdi ve takma dişleri parlatmak üzere oturdu.Elindeki işle pek ilgilenmiyorsa da başını kaldırmadan çalışıyor,kullanma gereği olmasa bile ayağını burgu pedalından çekmiyordu. Saat sekiz olmuştu , pencereden gökyüzüne bakmak için işine ara verdi.Komşu evin damında güneşlenen iki miskin akbaba gördü.Öğleden önce yine yağmur yağacağı düşüncesiyle yeniden çalışmaya koyuldu.On bir yaşındaki oğlunun cırlak sesi,yoğunlaşan Düşüncelerini bir anda dağıtıverdi . “Baba!“ “Ne var ?” “Belediye başkanı geldi,dişini çekip çekemeyeceğini öğrenmek istiyor.” “Burada olmadığımı söyle.” O sırada altın dişlerden birini parlatmaktaydı.Kolunu uzatabildiğince uzattı ve parmakları arasındaki dişi,gözlerini kısarak incelemeye başladı.Küçücük bekleme odasından oğlunun o cırlak sesi duyuldu yine: “Burada olduğunu biliyor,sesini duyuyormuş.” Diş hekimi,elindeki dişi bir süre daha inceledi.Ancak işini bitirip onu masanın üzerine,parlatılmış dişlerin yanına koyduktan sonra konuştu : “Daha iyi ya.” Burguyu yeniden çalıştırdı.Parlatılmamış dişleri koyduğu küçük karton kutudan bir köprü aldı ve altını parlatmaya başladı. “Baba.” “Ne var?” Yüzündeki anlatım hiç değişmemişti. “Dişini çekmeyecek olursan seni vuracakmış,öyle diyor.” Hiç oralı olmadı,şaşılası bir soğuk kanlılıkla ayağını pedaldan çekerek burguyu koltuğun ötesine itti ve masanın en alt çekmecesini sonuna dek açtı.Tabanca yerindeydi. “Pekala,” dedi,söyle ona,sıkıysa gelsin vursun . Koltuğunda dönerek yüzünü kapıya çevirdi ve bir elini çekmecenin kenarına koydu. O anda belediye başkanı kapıda göründü.Sol yanağı güzelce tıraş edilmişti,ama ağrıdan şişmiş olan ve hala sızlayan sağ yanağında beş günlük bir sakal vardı.Diş hekimi,acıyla kıvranarak geçirilmiş gecelerin izlerini gördü adamın canlılığı yitmiş gözlerinde.Çekmeceyi parmak uçlarıyla iterek kapattı ve yumuşak bir sesle: “Oturun,”dedi. “Günaydın,”dedi belediye başkanı. “Günaydın,”dedi diş hekimi. Belediye başkanı,gereçler kaynarken koltuğun arkalığına dayadı başını,biraz olsun rahatlamıştı,ama soluğu buz gibiydi.Muayenehane oldukça yoksul görünüşlüydü.Eski bir tahta sandalye,pedallı bir burgu makinesi,seramik kapların sıralandığı camlı bir dolap… Sandalyenin tam karşısında kısa perdeli bir pencere vardı.Diş hekiminin kendisine yaklaştığını sezen başkan,topuklarını birbirine yapıştırarak ağzını açtı. Aurelio Escovar,başkanın yüzünü ışığa doğru çevirdi.Çürük dişi inceledikten sonra,başkanın çenesini parmak uçlarıyla bastırarak kapattı. “Dişinizi uyuşturmadan çekmek zorundayım,” dedi. “Niçin?” “Çünkü apse yapmış.” Belediye başkanı,dişçinin gözlerine dikti bakışlarını. “Öyle olsun,” diyerek gülümsemeye çalıştı.Diş hekimi karşılık vermedi bu gülümseme çabasına.İçinde kaynatılmış gereçlerin bulunduğu kabı acele etmeksizin masanın üzerine koydu.Soğuk bir pensle gereçleri birere birer sudan çıkardı.Tükürük kabını ayağının ucuyla yakına çektikten sonra ellerini yıkamak için lavaboya doğru yürüdü.Başkana hiç bakmıyordu,oysa başkan gözlerini ondan ayırmıyordu. Çekilecek olan diş,altçenedeki yirmi yaş dişlerinden biriydi.Diş hekimi duruşunu berkitmek için bacaklarını iyice araladıktan sonra sıcak kerpetenle çürük dişi yakaladı.Belediye başkanı,koltuğun kollarlına sımsıkı yapışarak bütün gücüyle bacaklarını kastı;o anda buz gibi bir boşluğun ta böbreklerine indiğini duyumsadı ama gık demedi.Diş hekimi yalnızca bileğini oynattı.Kinini belli etmeden buruk bir incelikle konuştu: “Böylece başkanım,ölen yirmi adamımızın hesabını ödeyeceksiniz bize.” Belediye başkanı çene kemiklerinin çatırdadığını duydu,gözleri yaşlarla dolmuştu ama dişi çekilinceye kadar soluk bile almadı.Sonra gözyaşlarının arasından gördü çekilen dişini.Şimdi ona öylesine yabancılaşmıştı ki bu diş,beş gecedir katlandığı acılara bir anlam veremedi. Kan ter içinde tükürük kabına eğildi;soluk soluğa kalmıştı,fişeklikli ceketinin düğmelerini çözdü ve pantolonunun cebinden mendilini çıkarmaya çalıştı.Diş hekimi temiz bir bez uzattı ona. “Göz yaşlarınızı silin.” Belediye başkanı söyleneni yaptı.Titriyordu.Diş hekimi ellerini yıkarken,o,sıvaları dökülmüş tavandaki ağa,örümcek yumurtaları ve böcek ölüleriyle dolu tozlu örümcek ağına dikti bakışlarını.Diş hekimi ellerini kurulayarak geri döndü. “Şimdi gidip yatın,”dedi,“tuzlu suyla ağzınızı çalkalayın”.Başkan ayağa kalktı,alışılagelmiş bir asker selamı verdi ve fişeklikli ceketini iliklemeden,ayaklarını ovuştura ovuştura kapıya doğru yürüdü. “Hesabı gönderirsin.” “Size mi,yoksa belediyeye mi ?” Belediye başkanı dönüp bakmadı bile.Kapıyı çekti ve sinek telinin arkasından seslendi: “İkisi de aynı kapıya çıkar!"

“BALTHAZAR’IN OLAĞANDIŞI ÖYKÜSÜ” ADLI KİTABINDAN ÇEVİREN:NURAN AKGÖREN DENİZ KİTAPLAR YAYINEVİ-1983